Otobüs bekliyorum yağmurun altında. Damlalar hırçın. Çatlak dudaklarımı acıtıyor rüzgâr. Sırtımı arkamdaki direğe yaslıyorum. Gözlerim kapalı. Rüzgâr, soğuk, damlalar… Gözlerimi açıyorum. Bir otobüs, önümde açılan kapılar…
En arkaya oturuyorum. Cam kenarı. Tüm yolcular kadın. Kızıl, kahve, sarı, mavi saçlı. Benimse şapkam var. Saçlarım görünmüyor. Saçlarımın rengini bilmiyor kadınlar. Başımı cama yaslayıp gözlerimi kapatıyorum. Kulağımda kulaklık. Takip etmem gereken bir durak yok. Otobüsün nereye gittiğini bilmiyorum.
Kahve gözlü bir adam görüyorum karşımda. Saçlarımı seviyor. Saçlarımı gösterecek kadar güveniyorum adama. Garip. Parmakları saçlarımı, gözleri gözlerimi okşuyor. Sonra dudaklarıma kayıyor parmakları. Kahve gözlerinden yaşlar damlıyor. “Ne oldu?” diyorum. “Neden ağlıyorsun?” “Dudakların canımı acıtıyor.” diyor. “Kapalıyken bile.” Bir rüzgâr esiyor. Gözlerimi kapatıyor saçlarım. Rüzgâr dindiğinde açıyorum gözlerimi. Kahve gözlü adam yok artık. Yalnızım.
Uyanıyorum. Beş şarkıdır uyuyormuşum. Yağmur dinmemiş hala. Ama kadınlar gitmiş. Sadece kahve gözlü adam kalmış karşımda. En önde adam. En arkada ben. Çıkartıyorum kulaklıkları. Yerimden kalkıp yanına geçiyorum. “Oturabilir miyim?” Adam beni duymuyor. Kulağında kulaklıklar, bir şeyler mırıldanıyor. Tanıyorum bu şarkıyı. Tanıyorum bu sesi. Kulaklıkları çıkartıyor. Dudaklarının arasına bir sigara sıkıştırıyor. Bana uzatıyor sonra paketi kahve gözlü bu adam. “İster misin?”
Başımı iki yana sallıyorum. Kendi sigarasını yakıyor. Gözleri yolda.
Anlamıyorum. Benim şarkım. Ürperiyorum…
“Nereye gidiyoruz?”
“Korkuyor musun?”
“Korkmam ben! Sadece merak.”
“Ama dizlerin titriyor.”
Gülümsüyor. Kahve gözleri cam gibi. Susmaya karar veriyorum.
Bir deniz ve üç şehir geçiyoruz sigarası bitene kadar. Duruyor sonra otobüs, şimdiye kadar gördüğüm en yabancı sokakta.
“En çok yıldızları severim bu evrende var olan şeyler arasında. En çok denizkızlarına acırım. Biraz gecikse sonbahar, endişelenir, üç adak adarım Zeus’a. En sevdiğim kart Maça Kızı’dır ve tüm kalbimle inanırım sonsuzluğa.”
Gözlerine bakıyorum. Doğruyu söylüyor. Yalan kokusu yok hiçbir hücresinde.
“Bense dolunaya aşığım. Ona bu denli yakın olabildikleri içinse yıldızları kıskanırım.”
Yüzümü avuçlarının arasına alıyor. Eğilip yakından bakıyor gözlerime.
“Kendinden kıskanıyorsun aşkını. Evrendeki tüm yıldızlar gözlerinde saklı… Kalbin fazla büyük senin. Ama kendinden başkasında yok anahtarı.”
“Korkuyorum ben.”
“Neden?”
“Senden, bu olup bitenlerden, cümlelerinden.”
“Benden değil, kendinden korkuyorsun sen. İçinde sakladığın sayısız çelişen kişiliğinden. Beş dakika önce asla hiçbir şeyden korkmadığını söylüyordun asice, en hırçın maskenle. Şimdi en beyazını taktın, korktuğunu söylerken dudakların titriyor. Rollerin birbirinin önünü kesiyor. Kaos sensin. Savaş sensin. Karmaşa sensin. Ben ise hiç duymadığın bir şarkının son mısrasıyım sadece…”
Kalp atışlarım hızlanıyor. Aşık oluyorum sanki. Olsun. Üç gece var daha dolunaya.
“Küçük bir kız çocuğuyken yağmurları severdim.”
“Peki ya şimdi?”
“Şimdi daha çok seviyorum…”
Gülümsüyor. Saçlarımı sevmeye başlıyor. Elleri saçlarımı, gözleri gözlerimi okşuyor. Parmakları dudaklarıma kayıyor. Gözleri dolu dolu. Dudaklarımız birleşiyor kanın en dürüst tadında. Ağlıyor kahve gözlü adam. “Dudakların canımı acıtıyor…”
Kapıyı açıp gidiyor sonra. Adım adım ilerliyor geceye. En tepede duruyor. Parlıyor siyah zeminde. Dolunay oluyor. Dolunayım oluyor gökyüzümde.
Kapıyı açıp iniyorum. Gözyaşlarım yağmura eşlik ediyor. Gece, dolunay, damlalar. Yağmur ilk defa bu kadar kırmızı yağıyor…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder