İçimde saklı kıldıklarım, kapalı sandıklara kaldırıp sakladıklarım, üzerine siyah örttüklerim, karanlığa hapsettiklerim, nefesini kestiklerim birer birer gün yüzü görmeye başladı bu aralar.
Elde olmadan, elimde olmadan, hiç sebep olmadan, birer birer kırdılar zincirlerini. Saçıldılar nar tanesi gibi göğün göğsünden, teker teker göğsüme doğru. Sakladığım sebeplerin üzerine üzerine düştüler, anlam veremedim.
Halbuki gözüm kapalı, kulağım sağırmış. Yaralarım hiç kapanmamış. Kabuk tutmamış, damlamaya hazırmış.
Dalıverdim birden uzaklara. Çok ama çok uzak sandığım, bir nefes kadar yakınıma. Tenimde gizli sandıklarıma, aslında hiç gizleyemediğim yalanlarıma. Fark ettim ki düşlerim saçma birer sığınakmış, yıldırıma karşı şemsiye açmaktan farkları yokmuş... Kendimi kandırışlarıma, susuşlarıma, damla damla döktüğüm yaşlarıma daldım. Yine hüzünlendi gökyüzü. Ağlamaya hazır bir çocuk gibi gözleri, nasıl da ıslanmaya hazır. Süzülmeye hazır gözlerinden yaşları.
Sonra bir şarkı fısıldanıyor kulağıma inceden; Çoktan unuturdum, ben seni çoktan.. Ah bu şarkıların gözü kör olsun...
Ne çok yalan ardına saklamışım bedenimi. Yaşananları kim unutmuş, yaşanılanları kim gizlemiş, yaraları kim saklamış da ben yapayım.. Zaten ne zaman yaşanılan bir mutluluğun ucu ona çıksa, sonuna varmadan heba oluyor gülüşlerim.
Bakıyorum da şöyle; kalemimin ucu kırılmış, kağıdım ıslanmış, unuttum dediğim ne varsa unutulmamış ve yarayı açan hep akıldaymış. Ağır yükler var sırtımızda, derin yaralar var kalbimizde, henüz kurumamış yaşlar var gözlerimizde. Sorsan derler ki "zaman..."
Turgut Uyar'ın da dediği gibi; "Yaşıyorum, yaşıyorum da bitmiyor. Bir tutam sakız oluyor ağzımda zaman..."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder