28 Nisan 2015 Salı

...

Kahrolsun durup dururken içimize düşen sıkıntılar!
Ben...
Ben sıkıntıyım.

Fuzuli.

Aşk imiş her ne var âlemde,
İlm bir kıyl ü kaal imiş ancak!

22 Nisan 2015 Çarşamba

Papatya.


Öyle güzelsin ki sevgilim...
Papatyalardan taç yapayım saçlarına!

19 Nisan 2015 Pazar

Hayat...


Beyazlamaya başlamış saçlarım, çamura batmış notlarım ve asla yok olmayan bir hüznüm var. Kafamda bitmek bilmeyen kelimeler bileşkesi var. Cevap bulamadığım, cevap aramadığım sorularım var. Her şeyin bir sonu olduğunu kavramış bir bünyem, sırf sonu var diye mutlu olmayı samimiyetsiz bulan bir iç sesim var. 
Buz kalpli oluşuma sebep var. Hissizliğime sebep var. Eskittiğim kara kaplı defterler var. 
Yanlışlarım var. Doğrularımı yok eden yanlışlarım var. 


Hala hayattayım.
Yaşıyorum...

14 Nisan 2015 Salı

The Truman Show.


Günaydın!
Ve olur ya belki sizi göremem; iyi günler, iyi akşamlar ve iyi geceler.

...

Zavallı bir kedi yavrusundan farkımız yok aşkın karşısında... 
Boynumuzda, kalbimizde pençe pençe darbe izleriyle, her sıcak dokunuşta çocukça uysallaşıp her hayal kırıklığında "köpek gibi" pişman olarak, her terk edişte acı çekip her dönüşte biraz daha kanayarak, kanayan yerlerimizi kediler gibi dilimizle yalayarak, "Bir daha asla" ve "daima"lar arasında yalpalayarak yara bere içinde yaşıyoruz.

13 Nisan 2015 Pazartesi

Mavi.

Maviye boyalı gökyüzünün yüzü suyu hürmetine yaşıyoruz. Rüzgârlar esiyor içimizde ve öyle hissediyoruz derinlere gömdüğümüz güzel ruhları. Yağmur damlaları tenimizi okşayınca şefkate nasıl da hasret kaldığımızı anlıyoruz. İklimlerimizi birbirine uydurma derdindeyiz her birimiz... Dört mevsimi yaşamaya başlıyoruz bir anda, hoş ama bir o kadar da nahoş telaşların içinde. Verimsiz toprakları eşeliyoruz bir ümit çiçekler açar diye. Salkım saçak yeryüzü, kasırgalar almış bedenlerimizi sürüklüyor bilinmeze... Kaç ten dokunuyor tenlerimize, biraz daha fazla toza toprağa bulanıyoruz her farklı parmak izinde. Yağmurları bekliyoruz tekrar... Belki hiddetle yağar da temizler üzerimizdeki ölü toprağını. Hem gökkuşağı da çıkar belki ve köşe bucak saklanırız renklerin arasına. Belki köprü misali üzerinde geziniriz. İntiharın eşiğinde kanadı kırık kuşlardan rol çalarız. Madem uçamıyoruz dibe çakılırız delikanlıyız nidaları atarız. Mevsimler değişir, biz değişiriz. Yağmurlar şiddetini azaltır. Gökkuşağı veda eder bir gün. Kuşlar dalgaların üzerinde oynaşır. Hem onlar bizlerden daha güzel...

12 Nisan 2015 Pazar

Bay Darkness.

 Bay Darkness



Adın karanlıktan mı geliyordu yoksa sen mi karanlıktın, bilinmez. Gök mü ağlıyordu yoksa gözlerin mi yaşlıydı, bilinmez.

Mahrem duygularını kaybetmiş bir nesilde bulduğum mahremiyetimi kaybediyorum bu gece. 

Olmaz denilen her şeyi oldurdu Bay Darkness. Kaybedilen duyguların tamamını şırınga ile damarlarıma aşılar gibiydi. Bağışıklık sistemimi alt - üst eden en güzel virüstü o. Ondan gelecek her şey benim şifamdı sanki. Yaşamama sebebiyet veren kan gibiydi damarlarımda. O, vücudumun dört bir yanını sarıp gezinirken bedenimde, ben oldukça huzurluydum. 

Çıkmaz sokağımın, çıkışı. Karanlık gecelerimin gün ışığıydı o.

Dipsiz kuyulardaki çaresiz çırpınışlarımı duyar gibiydi gelişleri. Çıkışı belli olmayan tünelin acil çıkışıydı. Güneşimdi.

Sonra birden güneşimi kaybettim, sureti karanlıklar ardında.

Sırtını dönmüş, uçurumdan aşağı doğru bakınır haldeydi. Gözleri ölümün kıyısına bakar gibi dalgındı. Tüm çığlıklarım boşunaydı. İşitme duyuları herkese açıktı Bay Darkness’ın, bir tek bana kapalıydı sanki. Serzenişlerim boşaydı. Biçare bağırmaya devam ediyordum 'Gitme!' diye..

Duymuyordu.

Tüm algıları bana çalışan adam, bütün kapılarını kapamıştı yüzüme. Beni duymuyordu, bakmıyordu suretime. Tutmuyordu ellerimi. Üşüyordum. Karşı uçurumun kıyısında öylece ölüme gider gibi duruyordu bedeni. Çaresizliğin kelime anlamı bile anlatmaya yetmiyordu çaresizliğimi. Kimsesiz kalmış çocuklar gibiydim, gözleri dolu dolu. 

Sen git Bay Darkness, git. Ölümün mutluluk verecekse sana, gözümden akan iki damla yaş mutluluğundan olsun. Ben seni çöken her karanlıkta hatırlayacağım…

11 Nisan 2015 Cumartesi

Çığlık...

Kalemim ufalanıyor çamurlu ellerimde. Ve yağmurun siyah damlalarına karışıyor. 
Yazdığım her harf tek tek siliniyor. Hiçbiri okunmuyor. 
Tanrı kızmış belli ki. Acılarımı yazmama darılmış olmalı. 
Yazmayı unutturdu yüreğimin kalemine. 
Ve bir şeyler eksildi hisseden yerlerimde. 
Gözyaşlarım akmıyor eskisi gibi. Ağlayan tüm yanlarım sustu tek tek. 
Dedim ya, Tanrı kızmış olmalı acılarımı yazmama. 
Elimde olan tek şey alınmış, gökyüzünde hiç yıldız kalmamış gibi. 
Şimdi Tanrı gömecek yaşayan tüm yanlarımı. Affedecek yazdığım tüm yalanları. 
Sihirli bir değneğim olsaydı tüm Tanrıları merhametli yapardım. 
Cehennemleri söndürür cennetleri yakardım. 
Ağlıyorum, yalvarıyorum, sinirleniyorum yazdıklarım için, tüm yalanlarım için af diliyorum. 
Tanrı ağlıyor benimle. Affediyor beni. Ve tüm yalancılar gibi gömüyor beni. 
Gömülüyorum bir gökkuşağının toprağına kanlı bedenimle. 
Yanımda yok yalnızlığımdan başka kimse. 
Tırnaklarımla kazıdım toprağımı ve güldüm ağlayan tüm yanlarıma. 
Dedim ya affedildim diye. 
Affedildim. 
Gömüldüm. 
Ama sihirli değneğim olsaydı eğer, tüm cennetleri yakardım. 
Yakamadım..

10 Nisan 2015 Cuma

Yara...

İçimde saklı kıldıklarım, kapalı sandıklara kaldırıp sakladıklarım, üzerine siyah örttüklerim, karanlığa hapsettiklerim, nefesini kestiklerim birer birer gün yüzü görmeye başladı bu aralar.

Elde olmadan, elimde olmadan, hiç sebep olmadan, birer birer kırdılar zincirlerini. Saçıldılar nar tanesi gibi göğün göğsünden, teker teker göğsüme doğru. Sakladığım sebeplerin üzerine üzerine düştüler, anlam veremedim.

Halbuki gözüm kapalı, kulağım sağırmış. Yaralarım hiç kapanmamış. Kabuk tutmamış, damlamaya hazırmış. 

Dalıverdim birden uzaklara. Çok ama çok uzak sandığım, bir nefes kadar yakınıma. Tenimde gizli sandıklarıma, aslında hiç gizleyemediğim yalanlarıma. Fark ettim ki düşlerim saçma birer sığınakmış, yıldırıma karşı şemsiye açmaktan farkları yokmuş... Kendimi kandırışlarıma, susuşlarıma, damla damla döktüğüm yaşlarıma daldım. Yine hüzünlendi gökyüzü. Ağlamaya hazır bir çocuk gibi gözleri, nasıl da ıslanmaya hazır. Süzülmeye hazır gözlerinden yaşları.

Sonra bir şarkı fısıldanıyor kulağıma inceden; Çoktan unuturdum, ben seni çoktan.. Ah bu şarkıların gözü kör olsun...

Ne çok yalan ardına saklamışım bedenimi. Yaşananları kim unutmuş, yaşanılanları kim gizlemiş, yaraları kim saklamış da ben yapayım.. Zaten ne zaman yaşanılan bir mutluluğun ucu ona çıksa, sonuna varmadan heba oluyor gülüşlerim. 

Bakıyorum da şöyle; kalemimin ucu kırılmış, kağıdım ıslanmış, unuttum dediğim ne varsa unutulmamış ve yarayı açan hep akıldaymış. Ağır yükler var sırtımızda, derin yaralar var kalbimizde, henüz kurumamış yaşlar var gözlerimizde. Sorsan derler ki "zaman..."

Turgut Uyar'ın da dediği gibi; "Yaşıyorum, yaşıyorum da bitmiyor. Bir tutam sakız oluyor ağzımda zaman..."

Cry, woman!


Gece yarısı ağlayarak uyandın mı sen? Ya da çığlık atarak? 
Korktun mu sonunu bilmediğin karanlıktan, sonunu görememekten korktun mu uçurumun? 
Çok sevdiğin siyahta boğuldun mu hiç? 
Güneş elbet tekrar doğar ama gece yine gelir bulur seni saklandığın yorganın altında. 
Gece yarısı kendinle baş başa kalırsın ya da istemediğin varlıklarla. 
Kişiliğinin çığlık atan tarafı patlamaya hazır silah gibidir geceleri. 
Öfkesi öldürücüdür. 
Artık büyüdün ve annenin yatağına sığınamazsın çaresiz kaldığında. 
Tüm o iblislerle tek başına yüzleşmen gerek. 
Zaman geçmiyor ve ben yazıyorum, çünkü biliyorum;
 "Yazmasam ağlayacaktım."

9 Nisan 2015 Perşembe

Bazen...


Bazı geceler böyledir çünkü. Telefonun alarmı sana bugün olması gereken ama olmayacak şeyleri anımsatmak için çalar. Boğul diye yağıyordur yağmur ve sokağa çıksan belki biraz, ayakkabılarını giymeden, anahtarını almadan, uyurgezer gibi adımlasan sokakları. Ama olmaz, otur ve boğul ister bazı geceler. Ve sen en fazla aynı odada başka bir noktaya oturursun. Böyle gecelerde bütün neredesinler anlamını yitirir mesela çünkü sen hep aynı yerdesindir. Olamadığın her şeyin üstüne yağdığı böyle gecelerde yapılacak en mantıklı şey sızana kadar uykunun gelip seni almasını ummaktır.

8 Nisan 2015 Çarşamba

Anita Taylor.

Otobüs bekliyorum yağmurun altında. Damlalar hırçın. Çatlak dudaklarımı acıtıyor rüzgâr. Sırtımı arkamdaki direğe yaslıyorum. Gözlerim kapalı. Rüzgâr, soğuk, damlalar… Gözlerimi açıyorum. Bir otobüs, önümde açılan kapılar…
En arkaya oturuyorum. Cam kenarı. Tüm yolcular kadın. Kızıl, kahve, sarı, mavi saçlı. Benimse şapkam var. Saçlarım görünmüyor. Saçlarımın rengini bilmiyor kadınlar. Başımı cama yaslayıp gözlerimi kapatıyorum. Kulağımda kulaklık. Takip etmem gereken bir durak yok. Otobüsün nereye gittiğini bilmiyorum.
Kahve gözlü bir adam görüyorum karşımda. Saçlarımı seviyor. Saçlarımı gösterecek kadar güveniyorum adama. Garip. Parmakları saçlarımı, gözleri gözlerimi okşuyor. Sonra dudaklarıma kayıyor parmakları. Kahve gözlerinden yaşlar damlıyor. “Ne oldu?” diyorum. “Neden ağlıyorsun?” “Dudakların canımı acıtıyor.” diyor. “Kapalıyken bile.” Bir rüzgâr esiyor. Gözlerimi kapatıyor saçlarım. Rüzgâr dindiğinde açıyorum gözlerimi. Kahve gözlü adam yok artık. Yalnızım.
Uyanıyorum. Beş şarkıdır uyuyormuşum. Yağmur dinmemiş hala. Ama kadınlar gitmiş. Sadece kahve gözlü adam kalmış karşımda. En önde adam. En arkada ben. Çıkartıyorum kulaklıkları. Yerimden kalkıp yanına geçiyorum. “Oturabilir miyim?” Adam beni duymuyor. Kulağında kulaklıklar, bir şeyler mırıldanıyor. Tanıyorum bu şarkıyı. Tanıyorum bu sesi. Kulaklıkları çıkartıyor. Dudaklarının arasına bir sigara sıkıştırıyor. Bana uzatıyor sonra paketi kahve gözlü bu adam. “İster misin?”
Başımı iki yana sallıyorum. Kendi sigarasını yakıyor. Gözleri yolda.
Anlamıyorum. Benim şarkım. Ürperiyorum…
“Nereye gidiyoruz?”
“Korkuyor musun?”
“Korkmam ben! Sadece merak.”
“Ama dizlerin titriyor.”
Gülümsüyor. Kahve gözleri cam gibi. Susmaya karar veriyorum.
Bir deniz ve üç şehir geçiyoruz sigarası bitene kadar. Duruyor sonra otobüs, şimdiye kadar gördüğüm en yabancı sokakta.
“En çok yıldızları severim bu evrende var olan şeyler arasında. En çok denizkızlarına acırım. Biraz gecikse sonbahar, endişelenir, üç adak adarım Zeus’a. En sevdiğim kart Maça Kızı’dır ve tüm kalbimle inanırım sonsuzluğa.”
Gözlerine bakıyorum. Doğruyu söylüyor. Yalan kokusu yok hiçbir hücresinde.
“Bense dolunaya aşığım. Ona bu denli yakın olabildikleri içinse yıldızları kıskanırım.”
Yüzümü avuçlarının arasına alıyor. Eğilip yakından bakıyor gözlerime.
“Kendinden kıskanıyorsun aşkını. Evrendeki tüm yıldızlar gözlerinde saklı… Kalbin fazla büyük senin. Ama kendinden başkasında yok anahtarı.”
“Korkuyorum ben.”
“Neden?”
“Senden, bu olup bitenlerden, cümlelerinden.”
“Benden değil, kendinden korkuyorsun sen. İçinde sakladığın sayısız çelişen kişiliğinden. Beş dakika önce asla hiçbir şeyden korkmadığını söylüyordun asice, en hırçın maskenle. Şimdi en beyazını taktın, korktuğunu söylerken dudakların titriyor. Rollerin birbirinin önünü kesiyor. Kaos sensin. Savaş sensin. Karmaşa sensin. Ben ise hiç duymadığın bir şarkının son mısrasıyım sadece…”
Kalp atışlarım hızlanıyor. Aşık oluyorum sanki. Olsun. Üç gece var daha dolunaya. 
“Küçük bir kız çocuğuyken yağmurları severdim.”
“Peki ya şimdi?”
“Şimdi daha çok seviyorum…”
Gülümsüyor. Saçlarımı sevmeye başlıyor. Elleri saçlarımı, gözleri gözlerimi okşuyor. Parmakları dudaklarıma kayıyor. Gözleri dolu dolu. Dudaklarımız birleşiyor kanın en dürüst tadında. Ağlıyor kahve gözlü adam. “Dudakların canımı acıtıyor…”
Kapıyı açıp gidiyor sonra. Adım adım ilerliyor geceye. En tepede duruyor. Parlıyor siyah zeminde. Dolunay oluyor. Dolunayım oluyor gökyüzümde.
Kapıyı açıp iniyorum. Gözyaşlarım yağmura eşlik ediyor. Gece, dolunay, damlalar. Yağmur ilk defa bu kadar kırmızı yağıyor…

7 Nisan 2015 Salı

Oğuz Atay.


Zaman...


Anita Taylor.

Gittiğinde, ortadan ikiye bölünmüş bir balık gibi kaldım. Dalımdan koparıldığımda, sanki daha olmamıştım. 
Daha şarkımı bitirmeden alkışladılar sanki. Kahvem bitmeden ayrıldım oturduğum masadan. 
Rüyaya doymadan, uyandım. 
Bunun böyle olmaması gerektiğini biliyorum. 
Bunun, olması gereken olmadığını, bulunmam gereken yerde bulunmadığımı, 
ellerimin yeterince sıcak olmadığını, başımı yanlış yere dayadığımı, gözyaşımı yanlış yere sildiğimi görebiliyorum. 
Ben, bu halde olmamalıydım. Burda büyük bir hata var. 

Çünkü ben sen gittiğinden beri hiç su içmedim. Gittiğinden beri hiç ait hissetmedim ben. 
Kendime, iskambil kağıtlarından bir ev yaptım. Dilime takılan her şarkıda biraz sen vardın. 
Okuduğum her şiirde, senin adını aradım. Artık hava erken kararıyor. 
Yağmuru güneşten çok görüyorum. Hiçbir şey çiçek açmıyor artık.
Her akşam, iki sayfa şiir yazıyorum. Hissedemediğim satırlar yazmak istemiyorum. 
Birkaç sandık dolusu hayalim vardı birkaç yaz önce. 
Çocukluğumdan beri kafamda kurup, ruhumun derinliklerinde hissedip, inançla herkese anlattığım ve 
seninle tanıştığım gün, senin için vazgeçtiğim birkaç sandık hayal. 
O vakit sırtımı çevirdiğim düşlerim, artık beni kabul etmiyor. Artık hayal kuramıyorum. 
Artık kendi hayallerim bile, içinde beni istemiyor. 
Mevsimler geçiyor, saçlarım uzuyor, konuşmayı, gülmeyi, kendimi unutuyorum. 
Hava bir ısınıp bir soğuyor. Ve ben öylece, seni bekliyorum…
İşte hepsi bu.

2 Nisan 2015 Perşembe

Sherlock Holmes.


Sizin o komik küçük beyinlerinizde olmak nasıl bir şey acaba? 
Çok sıkıcı olmalı.